Hiddetten böğürerek konuşmak bir hitabet sanatı sayıldığına göre, abartı haydi haydi öyledir. Başörtüsü dolayısıyla özgürlük tartışmaları, çölde baraj kurma münakaşasına benziyor bana kalırsa. Ya da dibi delik, sapı kırık kovalarla yangına su yetiştirme debelenmesine. Benim şu anda ilgilendiğim medyanın özgürlüğü/bağımsızlığı tartışmasında durum tam da böyle.
Basın başörtüsü konusunda nasıl neredeyse ikiye yarılmış bir manzara arzettiyse (arada bir yerde, daha özgürlükçü duran birkaç küçük gazete vardı tabii), Başbakan Tayyip Erdoğan’ın medyaya (“bir kısım”) yüklenmesi üzerine de benzer bir manzara oluştu. Erdoğan asıl olarak Doğan grubuna ve özel olarak da Hürriyet’in yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’e yüklenmişti. Tabii, Doğan grubu gazeteleri hemen mevzilendi ve yaylım ateşine başladı. Fakat hükümete yakın gazeteler Erdoğan’ın medyaya haddini bildirmeye kalkmasından hiç rahatsızlık duymadı ve meselenin üzerinde durmadı. Halbuki, başörtüsü konusundaki pozisyonları ne olursa olsun kendi meslekleri konusunda titizlik göstermeli ve Başbakan’a haddini bildirmeli, en azından o çok sevdikleri tabirle “kırmızı çizgilerini” belirtmeliydiler.
Durum, tabii, akla kara kadar net değil. Erdoğan, Doğan grubunu menfaat peşinde koşmakla suçladı. Medyanın menfaat peşinde olmadığını, ya yeni çıkarlar elde etme ya da mevcut çıkarlarının zedelenmesinin önüne geçme kaygısında olduğunu bilmeyen yok. Ama Başbakan, medyanın, bu durumda Doğan grubunun, hangi menfaatin peşinde olduğunu veya ne gibi dolaplar çevirdiğini açıklamadı ki, bu kabul edilebilir bir şey değil. Medya eğer yoldan çıktıysa, Başbakan’ın sorumluluğu bu durumu yargıya taşımasıdır, açıklamasıdır. O çok üzerinde durduğu ahlak ve edep de bunu gerektirir. Bu gereği yerine getirmediğiniz zaman şantaj yapıyor olursunuz. Erdoğan bunu daha önce de defalarca, bazan son derece bariz şekilde yaptı.
Başbakan’ın medyaya ve gazetecilere hiddetlenmesi, onlara ne yapmaları gerektiğini söylemesi de alışık olduğumuz bir şey. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Vatan muhabiri Nuri Sefa Erdem’i azarlamasıydı. Bu durumların hiçbirinde medyadan güçlü ve ortak bir ses çıkmadı. Şimdi medya özgürlüğünden bahseden, gazetelere baskı yapıldığından yakınanlar da o zaman hükümetle aralarına kara kedi girmemiş olduğu için veya Erdoğan’ın şimdi dediği gibi o zaman da menfaat peşinde koştukları için, o azarları ve buyurgan tavırları büyük bir mesele olarak görmediler. Türkiye’de özgürlük ve demokrasi sadece mağdur duruma düşülünce hatırlanır; mağduriyetten bir nebze olsun sıyrılınca rafa kaldırılır. AKP de bunun iyi örneklerinden biridir.
Kasım 2002’de iktidara gelmeden önce medyadan yakınıyor ve medyanın ilişkilerini yeniden düzenleyeceklerini söylüyordu AKP. Herhangi bir iyileşme olduğunu söylemek mümkün değil. İktidara geldiler, güç onların eline geçti ve medyayı hizaya sokmak için bu sefer de onlar herşeyi yaptılar, her aracı kullandılar. İyi hatırlıyorum, AKP iktidarının birinci yılında BBC Radyo’ya bir değerlendirme veren Fehmi Koru, hükümetin vaad ettikleri arasında hiçbir şey yapmadığı en önemli konunun medya olduğunu söylemişti. Koru’nun değerlendirmesi, kendi neder bilmem ama, halen bâki.
Başbakan, medyanın menfaat peşinde koştuğu için başörtüsü meselesinde sert tavır takındığını söyledi -nasıl bir bağlantısı olduğunu bilmiyoruz. Ama Türk medyası sadece menfaatleri için yanlı yayın yapmakla kalmaz, bazan ve aslında daha yaygın olarak, menfaatlerini gözeterek gazetecilik yapmaz. Eğer yapsaydı, AKP de dahil, hükümetlerin işi çok zor olurdu.
Bu özgürlük tartışmalarını çölde baraj yapma münakaşasına benzetmemi haklı çıkaracak en iyi örnek, Zaman gazetesinin Alev Alatlı’nın başörtüsü konusundaki yazısını yayınlamamasıydı. Gazetenin yorum sayfasında yazan Alatlı’ya 15 Şubat’ta yayınlanması gereken yazısının (“İçerden mırıldanmalar”)” konmaması gerekçesi olarak söylenen şu: “Bizim okurumuz buna hazır değil.”
Bu açıklama son derece vahim bir duruma işaret ediyor. Demek ki, Zaman gazetesi haberlere de böyle yaklaşıyor; okurunun hazır olmadığı haberleri vermiyor veya bazı haberleri okurunun hazır olduğu şekilde veriyor. Başörtüsü serbestisinin ötesinde özgürlük taleplerini dile getiren başörtülü kadınların bildirisine üç gün sonra ve kısacık yer vermesi, Zaman’ın haberlere de aynı muameleyi yaptığını gösteren bir örnek sayılamaz mı? (Kendini hoşgörü timsali olarak sunan Zaman’ın -sebebini bilmiyorum ama- koymadığı başka yazılar olduğunu da biliyorum.)
Zaman’ın yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı, her köşe yazısının yayınlanmayabileceğini ve bunun sansür sayılmaması gerektiğini düşünen biri. 14 Ocak 2008’de yazdığı “Gazetecilik adına kritik bir muhasebe” başlıklı yazısında bu meseleyi ele alıyor ve editörün yayınlamama kararı alabileceği üç durumu sayıyor:
1. Bazı yazılarda ciddi bilgi yanlışları yapılıyor
2. Bazı yazılar eleştiri çerçevesini taşıyor, hakaretamiz bir kibre dönüşüyor
3. Bu yazılar hukuken ceza gerektirecek özellikler taşıyor.
Alev Alatlı’nın yazısı bu üç duruma da uymuyor. Dumanlı, 10 Aralık 2007’de yayınlanan “Medyada yeni dönem” başlıklı yazısında ise (…) kalabalıkların tahakkümünden bahsedip, aydınların popülist fırtınalara boyun eğmesinden bahsetmiyorum. Zaten entelektüel bir birikim gerektirdiği için gazetecilik, yığınların dayatmasına teslim olmaz ve popülizm rüzgârıyla sürekli savrulmaz” diyor.
Bu bakış açısına göre de Alatlı’nın yazısı sansürlenmemeliydi. Başörtüsü konusunda özgürlük bayraktarlığı yapan gazete özgürlük kısıtlıyor. İşte bu yüzden, dibi delik kovayla yangına su yetiştirme debelenmesine benzetiyorum bu özgürlük tartışmalarını.
Dumanlı, 25 Şubat 2008 tarihli Zaman’da Alev Alatlı meselesiyle ilgili bir yazı yayınladı (“Sansür dediğiniz bu mu?”) Yukarıdaki argümanlarını sıralıyor ve dediğim gibi o argümanlar çerçevesinde açıklanabilecek bir durum değil bu.
Dumanlı, öbür gazetelerin daha once kendi köşe yazarlarına ne muameleler yaptığının kaba bir dökümünü veriyor, ki haklı. Fakat çok önemli ve vahim bir şey daha söylüyor: “Alev Alatlı denince köşe bucak kaçanların bile Alev Hanım’a bir anda tutkulu bir şekilde sahip çıkıyormuş gibi yapmalarını hayretle karşıladım…”
Tartıştığımız meselenin Alev Alatlı’nın görüşlerine hak verip vermemekle bir alakası yok ki. Sadece kendimize yakın görüşe sahip insanların söz söyleme özgürlüğünü mü savunacağız yani. Şu anda hakim olan durum zaten bu. Ben genel olarak Alev Alatlı’nın görüşlerine hiçbir zaman yakınlık duymadım, şimdi de duymuyorum. Bu, onun sansürlenmesini normal karşılamamı mı gerektiriyor? Bir ilkeden bahsediyorum ben; ilkesizlerin daha önce yaptıklarına göre alınan bir pozisyondan değil.
Bu noktada üzerinde durulması gereken bir şey daha var. Daha önce de pek çok kez duyduğumuz bir “saptama” yine gündeme geldi başörtüsü tartışmaları sırasında. Milliyet’ten Taha Akyol’un da aralarında bulunduğu bazı köşe yazarları, patronlarının kendilerine ne yazmaları veya ne yazmamaları konusunda şimdiye kadar hiçbir şey söylemediğini yazdı. “Aydın bey kibar bir insandır, böyle şeyler yapmaz” dediler.
Belki de öyledir ve karışmıyordur. Ama köşe yazarlarının bağımsızlığı ve özgürlüğü (bir otosansür olmadığı söylenebilir mi, o ayrı mesele), o gazetelerdeki haberlerin de bağımsız olduğunun garantisi olabilir mi? “Madem ki yazarlar bağımsız, gazeteler de bağımsız” denebilir mi? Kimsenin aklına muhabirlerin ne düşündüğü, onların da bağımsız olup olmadıkları gelmiyor nedense.
Bu tartışmalar sırasında, Doğan grubu gazetelerinin yöneticileri, gazetelerinde başörtüsünün serbest bırakılması gerektiğini düşünen yazarların yazmakta olduğunu söylediler. Evet, ama haberlerine bakılınca, mesela Hürriyet gazetesi, neredeyse bir propaganda aracı olarak iş görmekteydi.
Türkiye’de gazeteler çeşitli siyasi görüşlere sahip yazarları bünyelerinde tutmaya özen gösteriyor. Böylelikle çeşitli siyasi görüşe mensup toplum kesimlerine hitap etmeyi umuyorlar. Bu, bir de, ne kadar demokrat olduklarını gösteriyor! (Dumanlı da son yazısında Zaman’ın bu özelliğine vurgu yapıyor.) Fakat büyük medyanın demokrasi bayraktarı, emekçisi olduğunu söylemek mümkün değil.
Sonuç olarak, köşe yazarları, isteyerek veya istemeyerek gazetelere bağımsız, özgürlükçü, demokrat, vs payelerinin verilmesinde payanda işlevi görüyor, muhabirlerin çektiği eziyetin veya haberlerin niteliğinin perdelenmesi için kullanılıyorlar.
Köşe yazarları, dürüstlüğü elden bırakmadan, gazetelerin (kendi yazdıkları da dahil) haberciliğini nasıl değerlendiriyor acaba? Ve evet, muhabirler, onlar neler düşünüyor? Bunca yıl içinde haberi yayınlanmamış ya da manipüle edilmiş, tek taraflı yayınlanmış birçok muhabirle karşılaştım. Gazeteciliğin asli elemanı muhabir yine yok sayılıyor.
Bir soru ve cevabı: Başbakan Erdoğan’ın medyaya ve Ertuğrul Özkök’e bindirmesi üzerine yazanlardan biri de Vatan’da Ruşen Çakır’dı: “Tehlikede olan laiklik değil demokrasi.” (13 Şubat 2008, ) Çakır’ın yazısının sonunda sorduğu soru, hükümetlerin medyayı nasıl kullandığının en masum örneklerinden birine işaret ediyordu: “Başbakanın duygularını anlıyorum ama bir de realiteler var. Örneğin tek bir soru yeter: Kim 22 Temmuz seçimlerinden sonra Abdullah Gül’ü¸ cumhurbaşkanlığı sevdasından vazgeçirebilmek için Özkök’ün gücünü kullanmak istedi ve bunun için kimleri devreye soktu?”
Üsluptan anlaşıldığı kadarıyla Çakır cevabı biliyordu. Ben bilmiyordum, ama pek de zahmetli olmayan bir ‘soruşturma’yla öğreniverdim: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan.
Birçok gazetecinin bilmesine rağmen (bildiklerine eminim nedense) bunu yazmamış olması da özgür/bağımsız medya ve gazeteciliğin durumu bakımından iyi bir örnek sayılabilir mi?