Nıvart Taşçı
Tohum şirketleri ve tarım kimyasalları üreticileri küresel ısınmadan da nasiplenmenin bir yolunu buldu. Uluslararası pazarı kontrol eden çok uluslu bu şirketler, bitkilerin kuraklık, aşırı soğuk ve sıcak, sel, tuzluluk gibi olağan dışı çevre koşullarında hayatta kalmasını sağlayacak genlerin patentini alma istiyor. Şirketlerin, “iklim genleri” olarak adlandırılan bu genlerin kullanım hakkını kazanması, mutfağınıza giren gıdaların çeşidini azalttığı gibi, tarım aktivitesinin 10 bin yıllık birikimini yok edebilir.
Biyoteknoloji alanındaki gelişmelerin toplumsal etkileri üzerine araştırmalar yapan Kanadalı ETC Grup’un yayınladığı raporda adı geçen şirketler, tohum ve tarım kimyasalları sektörünün büyük oyuncuları BASF, Monsanto, Bayer, Syngenta ve Dupont ile bunların partnerleri. Raporda “Gen Devleri” diye anılan bu şirketler, ABD ve Avrupa ülkelerinin yanı sıra Arjantin, Avustralya, Brezilya, Kanada, Çin, Meksika ve Güney Afrika’daki patent ofislerine toplam 532 gen için başvuruda bulundu.
Patentlenmek istenen 532 gen, besin değeri taşıyan bitki türlerinde aşırı çevre koşullarına cevap verdiği düşünülen 55 geni içeriyor. Ve bu 532 başvurunun yüzde 49’u, dünyanın en büyük tohum şirketi Monsanto ve dünyanın en büyük kimyasal üreticisi BASF’a ait.
10 bin yılın kullanım hakkı
Biyoteknoloji alanında verilen patentler, hukuki ve etik açıdan büyük tartışmalara neden oluyor. Yasalar sadece yeni buluşlara patent verilmesine izin veriyor. Ancak genlerin, yeni bir keşif olup olmadığı tartışma konusu. Çünkü mevcut uygulamaya göre, bir bitkide zaten var olan bir genin yapısını, işlevini ve konumunu tanımlamak, o genin patentini almak için yeterli oluyor. Patenti alan, o genin kullanıldığı ürünün tüm kullanım haklarına da sahip oluyor.
Patentin varlığı ayrı bir sorun olmakla birlikte patent hakkını satın alan kurumun kimliği de büyük önem taşıyor. Çünkü büyük sermaye grupları, gıda ve tohum üretimini küçük üreticinin ve kamu kuruluşlarının denetiminden çıkarabiliyor. Böylece geçime dayalı tarım pratiğini ve doğal tohumların yerini, kar amaçlı ürün ekimi alıyor. Dahası tarım ürünlerinin çeşitliliği azalıyor. Zira patenti alınan gen, doğal olmayan yollarla elde ediliyor. Bu genler görüntüsü, üretkenliği ve tadı insan eliyle değiştirilmiş bitkilerden elde ediliyor.
Bu uygulama biyolojik çeşitliliği de baltalıyor. Bitkinin söz konusu koşullarda da yetişmeye devam etmesini sağlayacağı düşünülen bu genler, aslında bitki türlerinde zaten mevcut. Tarımsal aktivitenin yaklaşık 10 bin yıl önce başladığı düşünülürse, geleneksel çiftçilik sayesinde tüm ekolojik koşullara ayak uydurarak günümüze ulaşmış 10 bin yıllık bir genetik zenginlik ve birikim söz konusu. Oysa bilim adamları, emek ve sabır gerektiren geleneksel yöntemler yerine, bilgisayarlı “gen arama” yöntemlerinden faydalanmak istiyor. Böylece doğal olmayan yollarla harekete geçen bitki türleri yaratılıyor. Yani bir anlamda, gübresini, suyunu veya besinini doğuştan bolca almış bitkileri kullanarak birçok uygarlığı ekolojik yıkıma sürüklemiş, yoğunlaştırılmış (entansif) tarım uygulanmak isteniyor.
Ekonomi, bilim, ahlak üçgeni
Gıda sektörünün devleri milyarlarca dolara mal olan tohum araştırmalarını, şirket evlilikleriyle destekledi. Bunlardan en önemlisi 2007 Mart’ında Monsanto ve BASF’ın ortaklığıydı. İki şirket çevre stresine dirençli bitki geliştirme projesinde birlikte hareket etmek üzere, 1,5 milyar dolarlık ortak yatırıma gitti. Aynı yıl Avustralya’da düzenlenen, 12 ülkeden 130 bilim adamının bir araya geldiği “Kuraklığın Genomiksi Sempozyumu”nda genetiği değiştirilmiş (GD) bitkilerde kuraklığa direnç sağladığı saptanan 50 gen açıklandı. İşin maneviyatını yüksek tutmanın yoluysa Afrika topraklarından geçiyordu. Monsanto ve BASF, Uluslararası Mısır ve Buğday Geliştirme Merkezi’nin (CIMMYT) yanı sıra Kenya, Uganda, Tanzanya ve Güney Afrika’da yürütülen “kuraklığa dirençli mısır geliştirme projesi” üzerinde çalışıyor. Program Bill & Melinda Gates Foundation tarafından 47 milyon dolarlık maddi destek görüyor.
Kısa vadede etkili ama…
Biyoteknoloji şirketlerinin hedeflerinden biri de, piyasayı iklime uyumlu genler taşıyan tohumlarla fethetmek. Çin hükümetiyle ortaklaşa çalışan ABD kökenli Arcadia Biosciences firmasının Ningxia Hui Otonom Bölgesi’nde sürdürdüğü çalışmalar tam da bu amaca hizmet ediyor. Topraktaki nitrojeni daha hızlı şekilde emen, böylece gübreye daha az ihtiyaç duyan GD pirinçler sayesinde kimyasal gübrenin seragazı emsiyonlarına yaptığı katkı azaltılmış olacak. Topraktaki besinlerin bitki tarafından hızla tüketilmesi, uzun vadede verimi düşürecek. Fakat kısa vadede ülke karbon kredisi kazanmış olacak.
Arcadia’nın GD pirinçleri henüz onaylanmış değil, fakat endüstriyel yatırımların önünü açacak bu parlak fikrin kısa sürede kabul görmesi bekleniyor. İş, BM İklim Değişimi Çerçeve Konvansiyonu’nu söz konusu tohumların “yeşil” olduğuna ikna etmek.
Araştırmalar, insan faaliyetlerine bağlı iklim değişikliğinin tüm ekosistemleri, özellikle de Asya ve Afrika’nın güneyini vuracağını gösteriyor. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) mart ayında yayınladığı rapora göre sıcaklıklardaki 3-4 derecelik artış Afrika ve Batı Asya’daki ürün verimini yüzde 15-35, Ortadoğu’da ise yüzde 25-35 oranında düşürebilir. Dünya buğday üretiminin yüzde 15’ini içeren, Güney Asya’nın en büyük buğday ekim alanı Hint-Gangetik Düzlüğü, sıcaklık artışı ve kuraklığa bağlı olarak 2050’ye kadar yüzde 51 küçülecek. Latin Amerika ve Afrika’da mısır üretimi 2055’e kadar yüzde 10 azalacak.
Yerel çiftçinin başarısı
Atmosferin ısınmasına ve dolayısıyla küresel ısınmaya neden olan seragazı salınımından en az sorumlu güney yarımküreli çiftçilerin, kuzeyin yarattığı kıtlık ve kaostan en fazla etkilenenler olacağı kesin. Gelişmiş iklim tahmin yöntemlerinin yerel düzeydeki yetersizliği ile GD ürünlerin yaratacağı olası biyogüvenlik ve verim düşüklüğü gibi sorunlar bir yana, iklim değişiminin yaratacağı sorunlarla geleneksel çiftçiliğin çözüm yollarını kullanarak savaşmak mümkün.
Nitekim verim ve üretkenlikten çok, esneklik ve öngörülemeyen çevre koşullarına dayanıklılık gibi özelliklerin öne çıktığı yerel tohum üretim sistemlerinin, seri üretim tohumlardan daha verimli olduğu örnekler de var. Nepal’de çiftçi üretimi pirinçlerin yasal olarak belirlenenlerin yerini alması, Brezilya’da Sol da Manha çiftçilerinin nitrojen kullanımı düşük mısır üretimi konusunda resmi makamlarla yaptığı ortak çalışmalar ve Filipinler’de 1994–2004 arasında ulusal pirinç araştırma enstitüsünün ürettiği 55 varyeteye karşılık Bohol Adası’nda üretildiği saptanan pirinç varyetelerinin sayısının 89 olması, yakın tarihten verilebilecek olumlu örnekler. Ekim tarihinin kaydırılması, farklı büyüme sürelerine sahip varyetelerin seçilmesi, değişik sulama sistemlerinin kullanılması gibi çiftçilerin binyıllardır başarıyla uyguladığı ekim stratejilerini de gözardı etmemek gerekiyor.
Patent işinin nereye varacağı, kimlerin hangi tohuma ne oranda ulaşabileceği, geliştirilen yöntemlerin veya doğal uyum sağlama kapasitesinin yeterli olup olmayacağı ve tüm bunların kimler tarafından düzenleneceği merak konusu. Almanya’da halen devam etmekte olan Biyolojik Çeşitlilik Konvansiyonu (COP9) Taraflar Konferansı’nda ve önümüzdeki ay Roma’da gerçekleştirilecek BM Gıda Krizi, İklim Değişimi ve Biyoenerji Konferansı’nda bu soruların büyük ölçüde yanıt bulması bekleniyor. Ne var ki, bir zamanların “kamusal” malı tohumun ve dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 70’ini oluşturan tarım emekçilerinin kaderini iki elin parmaklarını geçmeyen sayıda şirketin insafına bırakan küresel sistemin bugünden yarına değişmeyeceğini düşünürsek, beklenen cevabı zaten almış oluyoruz.